Hocam, Bu kadar önemli bir serginin katalog yazısını yazmak benim için büyük bir keyif olduğunu özellikle belirtmek isterim. Katalog yazısı yazmak için sizinle görüşmeye geldiğimde bu ön görüşmemizi video kayıt altına alıp, söyleşimizin bir kısmını kataloga alacağınız fikri, sizi tanıyan biri olarak beni pek şaşırtmadı.
Vecdi Bey, Yaşadığım gibi resmetmeyi, resimlerim gibi de yaşamayı seviyorum. İstedim ki; madem konumuz mesafeler, o halde okuyucu ile bizim aramızda ki mesafeyi de ortadan kaldıralım. Ülkemizde çok değerli sanat eleştirmenleri var ve beğenerek okuduğum eleştiri yazıları çıkıyor karşıma. Senin de iyi bir eleştirmen olduğunuzu biliyorum ve güzel bir yazı yazabileceğinizden hiç şüphem yok. Fakat bu benzer yazıların birçoğunun sıkıcı bulunup okunmadığının da farkındayım. Okuyanları tenzih ediyorum. Ümit ediyorum ki; bu davranışım sonraki nesillere ışık olsun. İçtenlik ciddiyetsizlik değildir. Bilakis mesafeleri ve otoriteyi yenmektir. Samimiyet ve içtenlikle geçirdiğimiz şu dakikalara eşlik eden tüm okuyucuları selamlıyorum.
Peki… O halde şöyle başlayalım. Bu sergi kaçıncı kişisel etkinliğiniz? Bu vesileyle çok kısa neler yaptığınızdan bahsedelim mi?
Elbette… 1974-Erzurum doğumluyum. Atatürk Üniversitesi GSF Resim Ana Bilim Dalı mezunuyum. Üniversite yılları da ilk örgütlenmemiz olan Akımsal Sanat Grubu’nun kurucu üyeliğini ve başkanlığını yürüttüm. İstanbul’a 2005 yılında geldim. Aynı yıl “DoğuYORUM” Sanat Gurubu’nu kurduk. Beyoğlu Plastik Sanatlar Derneği kurucu üyelerinden olup halen yönetim kurulu başkanlığını yürütmekteyim. Bu sergi 15. Kişisel etkinliğim olacak. Ulusal ve uluslararası 100’ü aşkın karma etkinlik, onlarca fuar ve bienal de yer aldım.
Sanat, toplum,kent ve toplumsal yaşam insanlık tarihinin iç içe geçmiş girift bir hali gibidir. İnsanın olduğu yerde; sanat, medeniyet, toplum ve birçok sosyolojik olgudan söz etmek mümkündür. Tarih içerisinde yaşanılan coğrafya, toplumdaki kültürel, ekonomik ve sosyal değişimler her toplumda farklı etkilerle sanatı yönlendirmiştir. Bu tür tarihsel değişimlerin belirgin bir biçimde yaşandığı ülkemizde sanatla uğraşan her birey yaşamsal sorgulamaları yapmakta ve birçoğu edinimlerini eserlerine aktarmaktadırlar. Bu bağlamda kentin içerisinde belki de birçoğumuzun farkına varmadığı önemli bir sorgulamayı izletiyorsun resimlerinde...
Vecdi Bey, zamanın gerisine gitme şansım olsaydı 1940’lara döner ve Yeniler Grubunun bir üyesi olmak için çaba sarf ederdim. Kendimi hep oraya ait hissetmişimdir. Sizin de bildiğiniz üzere I. Dünya savaşıyla birlikte her alanda olduğu gibi sanatta da toplumsal bir hamle başlamış, bununla beraber “sanat, sanat için değil – sanat toplum içindir” eğilimleri baş göstermiştir. İdeolojik alt yapısı olan ve otoriteyi sorgulayan, işçi ve köylü kesiminin haklarını savunan ve bunu yaparken de abartılı bir anlatım dili kullanarak halkı yönetime karşı kışkırtmak amacıyla ortaya çıkan bu eğilim “Toplumsal gerçekçilik”olarak adlandırılmıştır. Ülkemizde de edebiyat ve resim alanında “ Sabahattin Ali, Orhan Veli, Nazım Hikmet, Sabri Ertem, Neşet Günal, Nuri İyem, Avni Arbaş” gibi onlarca örneği vardır. Sonraları sosyal gerçekçilik yerini “tasvir gerçekçiliği” ne bıraktı ve tam da bu yıllarda Yeniler Gurubu ortaya çıktı. Kendini memleket sevdalısı gören ve memleket insanına olan tutkusunu ve bu insanların olumsuz yaşam koşullarını konu alan resimler yapan ressamlar bu çatı altında toplandılar. Kırsal kesimden konuların yoğun olduğu bu eserlerin bir kısmı da İstanbul ve çevresindeki insanların yaşam hikâyelerini ve sorunlarını ele almışlardır. Ortak paydaları – insan ve insana dair sorunsallar – olan bu eserlerin her biri sanatçıların kendi özgün üslup ve anlayışında icra edilmiştir. Bu arada Neşet Günal, Nuri İyem, Ferruh Başağa ve Bedri Rahmi Eyüboğlu Türk resminde beğendiğim ve etkilendiğim sanatçılardır. Bu düşüncelerle; insana dair tüm duygu ve yaşam biçimlerini özümsemeli, hümanizmi felsefe edinmeli, insanı sınıflara ve kimliklerine göre ayırmaksızın yaşamasını bilmemiz gerektiği kanısındayım. Toplumlarda adaletsiz gelir dağılımı, siyasi çalkantılar, ideolojik saplantılar, kültür farklılıkları, etnik ve inançsal ayrıcalıklar, saygı ve anlayış çerçevesiyle sınırlandırılmadığında, toplumsal huzursuzluklara, cinnetlere ve çatışmalara yol açıyor. İçinde bulunduğumuz coğrafyaya bunların yanında iki farklı medeniyetin çarkları arasına sıkışmış olan benliğimizi ilave etmeden geçemeyeceğim. Özellikle İstanbul gibi milyonlarca insanın yaşadığı bu Mega Kent’te batılılaşmak adına kendi kültürel değerlerinden tamamen uzaklaşarak yaşayan bir kesim, öte yandan bu değerleri korumak adına batının bilim ve sanatının aydınlığına gözlerini ve kulaklarını kapayan diğer bir kesim –yarattığımız- kaçınılmaz gerçeklerimiz olmuştur. Ekonomik, siyasal, kültürel ve inançsal ayrıcalıklarımız, kırsal hayattan, kentsel hayata geçişimizde karşılaştığımız en büyük sorunlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. 1940’lı yıllarda yöneticilerden oluşan üst sınıf ve yönetilenlerden oluşan alt sınıf arasındaki çatışmalara nüfus yoğunluğu hızla artan yerleşim alanlarıyla birlikte yeni sorunlar yeni problemler eklenmiştir. Bir ressam olarak; bu sorunları görmezden gelemezdim. Benden önce ki kuşaklardan aldığım ilhamla, kendi plastik anlayışımla bu sorunlara değinmeye çalışıyorum. Bir fark ile… “Benim resimlerim negatif olanı öteleme eylemidir” Önceleri çoğunlukla figür üzerinden bu sorunlar ele alınmıştı. Ben ise insana dair bu negatif durumları yaşam alanları üzerinden ve sorunu işleyerek değil, sorunu öteleyerek vermeye çalışıyorum. Kapitalin kentler üzerindeki planını altüst etmek istercesine kent yaşamının tüm olumsuzluklarını “atmosfer perspektifinin” verdiği imkanla eriyen ve buharlaşan biçimlere dönüştürüyorum. Duygularımı üşüten soğuk tenlerini, soğuk renklerle ifade yoluna gidiyorum. Buna mukabil gecekondular, varoşlar, gettolar, tarihi yaşayan ve yaşatan yapılar vb yaşamın tüm gerçeklikleriyle bezeli yapılar ve aksesuarları “pencereleri, kapıları, çatıları, antenleri, uyduları, terasları, kabloları, atık su boruları gibi” resimlerimin baş aktörleri oluyorlar. Her bir yaşam alanı bir yaşamı- yaşanmışlığı temsil eder. Mekanlarda, insanlar gibidir - nefes alır, ağlar, güler, üzülür, sevinir, aşık olur, aç kalır ve zamanı geldiğinde ölür - benim dünyam da…
İnsanlar yaşadıkları alanlar ve coğrafyalar değiştikçe yaşam biçimlerini de değiştiriyor. Kırsaldan büyük kentlere doğru hareket sadece fiziki bir değişim değil, aynı zamanda kültürel bir değişimi de beraberinde getiriyor. Gecekondu ya da bahçeli evlerde yaşayan insanlar büyük şehirlerde daha yakın olacakları binalarda iç içe yaşamaktadır. Normalde bu fiziki yakınlığın yaşamada yansıması beklenir, ancak bu tür yaşam insanları birbirinden uzaklaştırmaktadır. Tıpkı resimdeki espas gibi aralara mesafeler koymakta?Sizin de neredeyse bütün resimlerinizde başat eleman olarak okuduğumuz duygu; resmedilen kent, sokak, binalar, araçlar ve genel şehir görüntülerinin hemen hepsi, insana dair içsel bir yakınlaştırma duygusuyla ele alınmış. Şehrin üzerinden “uzaklık” duygusunu törpüler gibi.
“Metropollerde,mekânlar–yaklaştıkça- uzaklaşan ilişkilerin izlerini taşır.” Kırsal yaşam alanlarında fiziksel mesafeler uzak olmasına karşın, insan ilişkileri alabildiğine yakın ve samimidir. Oysa toplu yaşam merkezlerinde durum bunun tam tersidir. Günümüzde insanlar neredeyse iç içe yaşamakta, ancak bu iç içelik sayısal bir yakınlıktan öteye gitmemektedir. Sanayi mahallelerimiz, holdinglere / manifaturacılarımız, kasabımız, manavımız, bakkalımız, alışveriş merkezlerine / mahallelerimiz, sitelere dönüşürken; bu iç içe yaşam alanları, bireysel yaşam kültürümüzü olumsuz yönde etkilemektedir. Öyle ki; bir metreyi geçmeyen bahçe duvarlarımız, yerlerini sitelerin etrafını çepeçevre saran, yüksek duvarlara, tel örgülere bırakmıştır. Dahası evimize girerken dahi sitenin kapısındaki güvenlik görevlisinden izin almadan giremez olmuşuz. İnsani değerlerimizi, komşuluklarımızı, ahbaplıklarımızı ve ahlaki yapılarımızı yitirdikçe güvenlik zafiyetimiz artmış, sonuç bu gerçeği getirmiştir. Kentsel yaşamın çoklu kültürleri bir araya getirmesinin de hiç şüphesiz bu duyusal aralıklarımızda önemli bir rolü vardır. Onlarca kültürden milyonlarca insan birlikte yaşamaktayız. Bu renklilik beraberinde sorunları da getirmektedir. Eskiden Eğin’li Mehmet Amca, öteki mahallede ki Hatice Teyze’nin - kimdir, kimlerdendir, ekonomik durumundan, siyasal görüşüne kadar - her şeyini bilirdi. Kırsal kesimlerde hala öyle… Şimdi üst komşunuzun cenazesi olsa bir hafta sonra haberiniz oluyor, belki de hiç… Mahallenin dedikoducusu berberlerimiz vardı. Dışarı çıkarken komşuya uğramadan hal hatır etmeden, güne başlamazdık. Bakkaldan bir ekmek almak dakikalarımızı alırdı, çene yapmaktan. Oyun alanlarımız vardı, mahallemizin top sahasında zaman geçirmekten yemek yemeği unuturduk. Bir elime domates öbür elime ekmek sıkıştırırdı annem, madem gelmeyeceksin aç kalma diye. Dostluklarımız ve arkadaşlıklarımız, aile ilişkilerimiz kadar yakındı. Şimdi hayatımıza AVM diye bir kelime girdi. Aklımızı ve duygularımızı yönlendiren yönetici güçlerin belirlediği mega alışveriş merkezlerine sokağımızda ki harcadığımız emeğimizi ve kazancımızı soktular ama breyi ve toplumsal ilişkilerini, otoparklarına çektiğimiz aracımızla eşdeğer gördüler. İnsanlar yaşam alanlarını ihtiyaçlarına göre belirler. İhtiyacınız olan şey ne kadar duygudan ve estetikten yoksunsa, mekânlarınızda bir o kadar yoksunlaşır. Etrafınıza bakın, beton yığınlarıyla çevriliyiz. Tek düşündüğümüz şey sığınmak. Bu kapital dayatmanın ruhumuzda yarattığı erozyonu, farkına varmadan yaşıyoruz. Daha fazlasına sahip olmak isteyenlerin, alım gücünü de hafifleterek talebi de artırdıklarından olsa gerek, küçük ve birbiri üstüne bina ettikleri toplu yaşam alanlarında gönüllü mahkûmlara dönüşüyoruz. Önceki yaşantımıza hiç benzemeyen bu yeni yaşam biçimimiz, duygularımızı ve ilişkilerimizi de kendine dönüştürüyor. Resimlerimde ön plana aldığım unsurlar, bütün bu olumsuzluklardan uzak fakat duygularımıza ve geçmiş yaşam tecrübelerimize en yakın olan, bizden olan yanlarımız. Bu yüzden bu yakınlık ve bizdenlik hissini uyandırıyorlar. Soğuk betonlarla sadece fiziksel varlıklarımızı değil, duygularımızı ve ilişkilerimizi de hapsediyoruz. Bir özlemin ve görünün adıdır benim resimlerim.
Demek ki bu yüzden, resimleriniz anılarımızda birer ironiye dönüşüyor, bizi kent yaşamının stresli ve yoğun şartları altında, unuttuğumuz, bireysel hazlarımıza, düşlerimize, geçmişimize ve toplumsal ilişkilerimize kısacası insanlığımıza davet ediyor.Neredeyse hiç birimizin itiraz etmeyeceği anlattığınız bu gerçekleri, bilerek ve isteyerek yaşamaya devam ediyoruz, maalesef! İnsan figürünü çok az kullanarak, insana dair hemen her şeyi sezinleyebildiğimiz bu resimlerin, bir de bakış açılarının, çatılar seviyesinden olduğunu düşünürsek, bilişsel ve duyumsal alt yapılarının ne kadar güçlü olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Bazen bir seyyar satıcı, bazen elleri cebinde küçük bir çocuk, bir çift “sevgili”, duvar üstünde sohbete dalmış iki dost, kahve önünde eskilerden yâd eden yaşlı insanlar, merdivenden at yapıp oynayan çocuklar vs karşılıyor ön saflarda bizi. Bir Atıf Yılmaz filmi izler gibi, Kemal Tahir, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mithat Cevdet Kuntay okur gibi, bir Yahya Kemal Beyatlı’nın “Başka Bir Tepeden”, Orhan Veli Kanık’ın “ İstanbul’u dinliyorum” adlı şiirlerini okumak gibi, Kadir ABLAK resimlerine bakmak… İyi seyirler…
- Vecdi Uzun